T.C YARGITAY Hukuk Genel Kurulu Esas: 2012 / 9-1925Karar: 2013 / 1407Karar Tarihi: 25.09.2013ÖZET: Olayda davacının yer değiştirmelere bağlı olarak ulaşım, iletişim, konaklama ve yemek giderleri adı altında talep ettiği maddi tazminat yönünden dosya ekindeki klasör içindeki belgeler değerlendirilmeli, psikolojik taciz uygulamalarının doğrudan bir sonucu olan ve varsayıma dayanmayan gerçek bir zarar olup olmadığı belirlenmeli, davacının görevlendirmelerle ilgili olarak harcırah alıp almadığı da tespit olunarak, bu doğrultuda maddi tazminat yönünden de bir karar verilmelidir. O itibarla mahkemece, psikolojik tacizin bulunmadığı ve delillerin toplamasına gerek görülmediğinden söz edilerek, karar verilmesi doğru değildir. Hal böyle olunca; yerel mahkemece, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.(818 S. K. m. 41, 49, 332) (6098 S. K. m. 417)Dava: Taraflar arasındaki davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İstanbul 4. İş Mahkemesi’nce davanın reddine dair verilen 07.05.2009 gün ve E:2008/655, K:2009/255 sayılı kararın incelenmesi davacı Ayşe … vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 9. Hukuk Dairesi’nin 28.02.2012 gün ve 2009/30916-2012/6093 sayılı ilamı ile;(…A) Davacı İsteminin Özeti:Davacı işçi, 11.01.1993-31.10.2007 tarihleri arasında T.A.Ş hukuk bölümü (Risk Tasfiye ve Tahsil-1/2 daire başkanlığı)’nda belirsiz süreli hizmet sözleşmesi ile avukat olarak çalıştığını, uzunca bir süre psikolojik tacize (mobbing) uğradığını, beyanla davalarının kabulüyle 30.000,00 TL manevi tazminatın ve 06.05.2009 havale tarihli dilekçesinde açıklamasını yaptığı 10.000,00 TL maddi tazminatın davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.B) Davalı Cevabının Özeti:Davalı işveren, davanın zaman aşımına uğradığını, derdestlik itirazlarının bulunduğunu, ayrıca psikolojik taciz iddiasının doğru olmadığını beyanla davanın reddini savunmuştur.C) Yerel Mahkeme Kararının Özeti:Mahkemece, davacının manevi tazminat talebine dayanak olarak gösterdiği uygulamaların psikolojik taciz yani mobbing oluşturmadığı, bir an için öyle olduğu kabul edilse bile kişilik haklarına saldırı oluşturacak şekilde Borçlar Kanununun 41. veya 49. maddeleri anlamında manevi tazminat talep edilmesine imkan verecek uygulamalar olarak kabul edilemeyeceği belirtilerek manevi tazminat isteği reddedilmiştir.Maddi tazminat talebi yönünden de davacının tayinen gittiği ve 9 ay süreyle çalıştığı görev yerinde bulunduğu sırada yapmak durumunda kaldığını iddia ettiği gerek şehir içi ve gerekse şehirler arası, görevi ile ilgili olmayan ancak İstanbul’da bulunsaydı yapmak durumunda kalmayacağını iddia ettiği, ulaşım, iletişim, yatma ve yemek giderlerinden oluştuğu, bu tür masraflarının işverence karşılanacağının taahhüt edildiğine dair yazılı belge veya hizmet sözleşmesi bulunmadığı, aile bağlarının devam ettirilebilmesi gerekçesiyle olsa bile özel ulaşım ve iletişim masraflarının da aynı gerekçelerle talep edilmesi mümkün görülmediği gerekçesiyle isteğin reddine dair karar verilmiştir.D) Temyiz:Kararı yasal süresi içinde davacı vekili temyiz etmiştir.E) Gerekçe:Davacının işyerinde psikolojik tacize maruz kalıp kalmadığı ve bu durumun maddi manevi tazminatı gerektirip gerektirmediği konularında taraflar arasında uyuşmazlık bulunmaktadır.Çağdaş iş hukuku bir taraftan uluslararası sözleşmeler, diğer taraftan Avrupa normları işçinin huzur içerisinde işini görmesi, emeğinin karşılığını alması, çalışma ilişkisinin, karşılıklı güvene dayanan tam bir uyum içerisinde olmasını amaçlamıştır.İşyerinde psikolojik taciz (mobbing) çağdaş hukukun son zamanlarda mahkeme kararlarında ve öğretide dile getirdiği bir hukuki kurumdur. Örneğin Alman Federal İş Mahkemesi bir kararında işçilerin birbirine sistematik olarak düşmanlık beslemesi, kasten güçlük çıkarması, eziyet etmesi veya bu eylemlerin işçinin başta işveren olmak üzere amirleri tarafından gerçekleştirilmesi olarak tanımlanmıştır. (BAG, 15.01.1997, NZA. 1997) Görüleceği üzere işçi bir taraftan diğer işçiye, diğer taraftan işverene karşı korunmaktadır. İşçinin anlattığı mobbing teşkil eden olayların tutarlık teşkil etmesi, kuvvetli bir emarenin bulunması gerekmektedir. Kişilik hakları ve sağlığın ağır saldırıya uğraması mobbingin varlığını tartışmasız ortaya koyar.Öte yandan ispat kurallarının zorlanan sınırları usul hukukunda yeni arayışlara yol açmıştır. Emare bu anlayışın bir sonucudur. Olayların tipik akışı, tecrübe kuralları göz önüne alındığında varılacak sonuçla ispat gerçekleşir. Başka bir anlatımla bu ilk görünüş ispatıdır. (Üstündağ, Saim: Medeni Yargılama Hukuku B.6, İstanbul 1997; sh.622).Somut olayda, 56 yaşında evli bir kadın olan davacının, 14 yıl aralıksız olarak davalı bankanın İstanbul işyerinde avukat olarak çalışmasının ardından Adana ve farklı illerde kısa sürelerle 9 ay boyunca ve 30 kez yer değiştirmek suretiyle görevlendirildiği dosya içindeki bilgi ve belgelerden anlaşılmaktadır.Davalı işveren yapılan görevlendirmenin olağan bir uygulama olduğu ve diğer benzer durumda çalışanlara da uygulandığı yönünde bir savunma getirmemiştir. Davacının risk tasfiye ekibi içinde tek avukat olarak görev yaptığı anlaşılmaktadır. Bankanın diğer avukatlarının aynı dönemde benzer şekilde görevlendirildikleri ileri sürülmüş ve kanıtlanmış da değildir. Davacının iş sözleşmesinin feshi öncesinde 9 aylık sürede gerçekleşen görevlendirmelerin hangi ihtiyaçtan kaynaklandığı somut biçimde ortaya konulmamıştır.Dosyadaki delil durumuna göre davacı işçinin uzun süre İstanbulda sabit bir görevde avukat olarak çalışmasının ardından Adana ilinde görevlendirildiği, ardından sürekli olarak değişik illerde kısa sürelerle çalışmasının istendiği, işverenin bu uygulamalarının davacıyı yıldırma, bezdirme amacına yönelik olduğu anlaşılmaktadır.Mahkemece psikolojik tacizin varlığı kabul edilse dahi Borçlar Kanununun 41. ve 49. Maddelerine göre manevi tazminatın koşullarının oluşmadığı yönündeki kabulü de doğru değildir.Psikolojik taciz (mobbing) olarak değerlendirilen uygulamaların oluş şekli ve süresi dikkate alındığında manevi tazminatın kabulüne karar verilmelidir. Mahkemece uygun bir miktar manevi tazminat taktir edilerek bu yönde hüküm kurulmalıdır.Öte yandan, davacının yer değiştirmelere bağlı olarak ulaşım, iletişim, konaklama ve yemek giderleri adı altında talep ettiği maddi tazminat yönünden dosya ekindeki klasör içindeki belgeler değerlendirilmeli, psikolojik taciz uygulamalarının doğrudan bir sonucu olan ve varsayıma dayanmayan gerçek zarar belirlenmeli, davacının görevlendirmelerle ilgili olarak harcırah alıp almadığı da tespit olunarak bu doğrultuda maddi tazminat yönünden de bir karar verilmelidir.Mahkemece psikolojik tacizin bulunmadığı ve delillerin toplamasına gerek görülmediğinden söz edilerek karar verilmesi hatalı olup bozmayı gerektirmiştir…)gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece, önceki kararda direnilmiştir.TEMYİZ EDEN: Davacı Ayşe … vekili.Karar: Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:Dava, maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir.Mahkemenin, davanın reddine dair verdiği karar, davacı vekilinin temyizi üzerine, Özel Daire’ce yukarıda yazılı gerekçelerle bozulmuş; yerel mahkemece, önceki kararda direnilmiştir. Hükmü davacı vekili, temyiz etmiştir.Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; davacı yararına somut olayda psikolojik taciz (mobbing) nedeniyle manevi tazminata hükmedilmesi gerekip gerekmediği; ayrıca davacının maddi tazminat talebi bakımından yer değiştirmeye bağlı olarak yaptığı giderlere ilişkin dosyaya sunulan belgelerin yerel mahkemece değerlendirilmesi gerekip gerekmediği, noktalarında toplanmaktadır.Bu noktada, psikolojik taciz (mobbing) hakkında genel bir açıklama yapılmasında yarar vardır:Türk Hukukunda psikolojik taciz (mobbing); işyerinde çalışanlara, diğer çalışanlar veya işverenler tarafından sistematik biçimde uygulanan, tekrarlanan her türlü kötü muamele, tehdit, şiddet, aşağılama gibi davranışlar olarak ifade edilmiştir. Psikolojik tacizin en bariz örnekleri, kendini göstermeyi engellemek, sözünü kesmek, yüksek sesle azarlamak, sürekli eleştiri, çalışan iş ortamında yokmuş gibi davranmak, iletişimin kesilmesi, fikirlerine itibar edilmemesi, asılsız söylenti, hoş olmayan imalar, nitelikli iş verilmemesi, anlamsız işler verilip sürekli yer değiştirilmesi, ağır işler verilmesi ve fiziksel şiddet tehdidi sayılabilir (Tınaz, Pınar/Bayram, Fuat/Ergin, Hediye: Çalışma Psikolojisi ve Hukuki Boyutlarıyla İşyerinde Psikolojik Taciz (mobbing), Beta Yayınları, İstanbul 2008, s.7, s.53-58, aktaran K. Ahmet Sevimli, agm., s.116).Görüldüğü üzere, bir eylemin psikolojik taciz olarak kabul edilebilmesi için, bir işçinin hedef alınarak gerçekleştirilmesi, belli bir süreye yayılması ve bu durumun sistematik bir hal alması gerekir. Belirtilen şartların gerçekleşip gerçekleşmediğinin, her somut olayda ayrı ayrı değerlendirilmesi gerekir. Psikolojik tacizin nedenleri farklılık göstermesine karşın amaç, çoğu kez işçinin işyerinden ayrılmasını sağlamaktır.Önceleri özel bir düzenleme olmamasına rağmen, çalışanların maruz kaldıkları psikolojik taciz, hizmet sözleşmesinin taraflara yükledikleri borçlar ve ödevler kapsamında değerlendirilmiştir. Buna göre, psikolojik taciz eylemi, işverenin işçiyi koruma (gözetme) ve eşit davranma borçlarına aykırılık oluşturmaktadır. Bunun yanında, psikolojik taciz aynı zamanda, işçinin kişilik haklarına da müdahale niteliği taşıması dolayısıyla, buna ilişkin hukuki yolların da kullanılması gündeme gelebilir.Mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 332.maddesi kapsamında işçinin, iş görme yükümlülüğü çerçevesinde maruz kalacakları tehlikelere karşı işverenin gerekli tedbiri alması gerektiği düzenlenmişti. Bu düzenleme ise, işverenin işçiyi koruma (gözetme) borcunun temelini oluşturuyordu. 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu ise, bunun yerine <İşçinin Kişiliğinin Korunması> başlıklı 417 ve devamı maddelerini getirmiştir. Bu maddenin getirdiği yenilik, psikolojik taciz terimine açıkça yer vermiş olması ve işçinin kişiliğinin korunmasını yoruma yer vermeyecek biçimde özel olarak düzenlemesidir. Buna göre;<İşveren, hizmet ilişkisinde işçinin kişiliğini korumak ve saygı göstermek ve işyerinde dürüstlük ilkelerine uygun bir düzeni sağlamakla, özellikle işçilerin psikolojik ve cinsel tacize uğramamaları ve bu tür tacizlere uğramış olanların daha fazla zarar görmemeleri için gerekli önlemleri almakla yükümlüdür. İşveren, işyerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi almak, araç ve gereçleri noksansız bulundurmak; işçiler de iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymakla yükümlüdür. İşverenin yukarıdaki hükümler dâhil, kanuna ve sözleşmeye aykırı davranışı nedeniyle işçinin ölümü, vücut bütünlüğünün zedelenmesi veya kişilik haklarının ihlaline bağlı zararların tazmini, sözleşmeye aykırılıktan doğan sorumluluk hükümlerine tabidir>Somut olaya gelince; 56 yaşında evli bir kadın olan davacının, 14 yıl aralıksız olarak davalı bankanın İstanbul işyerinde avukat olarak çalışmasının ardından Adana iline atamasının yapılarak, akabinde Kahramanmaraş, Gaziantep ve Mardin illerinde kısa sürelerle 9 ay boyunca ve 30 kez yer değiştirmek suretiyle görevlendirildiği dosya kapsamından anlaşılmaktadır. Davalı işveren, yapılan görevlendirmenin olağan bir uygulama olduğu ve diğer benzer durumda çalışanlara da uygulandığı yönünde bir savunma getirmediği gibi, davacının risk tasfiye ekibi içinde tek avukat olarak görev yaptığı anlaşılmaktadır. Bankanın diğer avukatlarının aynı dönemde benzer şekilde görevlendirildikleri ileri sürülmüş ise de bu husus kanıtlanmış değildir. Davacının iş sözleşmesinin feshi öncesinde 9 aylık sürede gerçekleşen görevlendirmelerin hangi ihtiyaçtan kaynaklandığı da somut biçimde ortaya konulmamıştır. Ayrıca davalı işverenin kurum içi yazışmalarından, davacı avukatın emekli olmayı düşünmediği kanısıyla, en uygun çözüm yolunun sözleşmesinin feshedilmesi; bunun mümkün olmaması halinde ise, daha önce gündeme geldiği belirtilen Bursa iline atama yapılmasının uygun olacağına dair değerlendirme yapıldığı anlaşılmaktadır. Görüldüğü üzere, davalı avukatın maruz kaldığı bu durum, psikolojik taciz mahiyetinde olup, bu yolla davacı avukatın istifa ya da emekliliği tercih etmesi sağlanarak, işyerinden ayrılması amaçlanmaktadır. Davacı işçi, davalı işverenden maruz kaldığı psikolojik taciz nedeniyle, hizmet sözleşmesini haklı nedenle feshedebileceği gibi, işe devam etmek suretiyle diğer yasal haklarını kullanma konusunda seçimlik hakka sahiptir (Örneğin; eldeki maddi ve manevi tazminat davası açması gibi).Şu durumda, psikolojik taciz olgusunun somut olayda gerçekleştiğinin kabulü ile davacı yararına uygun bir miktar manevi tazminata hükmedilmesi gerekmektedir. Öte yandan, davacının yer değiştirmelere bağlı olarak ulaşım, iletişim, konaklama ve yemek giderleri adı altında talep ettiği maddi tazminat yönünden dosya ekindeki klasör içindeki belgeler değerlendirilmeli, psikolojik taciz uygulamalarının doğrudan bir sonucu olan ve varsayıma dayanmayan gerçek bir zarar olup olmadığı belirlenmeli, davacının görevlendirmelerle ilgili olarak harcırah alıp almadığı da tespit olunarak, bu doğrultuda maddi tazminat yönünden de bir karar verilmelidir itibarla mahkemece, psikolojik tacizin bulunmadığı ve delillerin toplamasına gerek görülmediğinden söz edilerek, yazılı şekilde karar verilmesi doğru değildir. Hal böyle olunca; yerel mahkemece, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır. Sonuç: Davacı Ayşe … vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı 6217 Sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununa eklenen atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunun 429.maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, 5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun 8/son maddesi gereğince karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, 25.09.2013 gününde oybirliği ile karar verildi.
avukat
Geçenlerde Instagram üzerinden bir müvekkil adayının Whatsapp görüntüsü paylaşıldı. Özetle, bir ücret vermiyoruz, değil mi? diyordu. Tabii hemen tepkiler, bizim bu işi Hilal-i Ahmer’e mi yaptığımızı sanıyorlar, ne demek ücret vermiyor muyuz? Kimsenin itiraf edemediği ama piyasada sadece kanuni vekalet ücretine çalışan avukatlar olduğu gerçeği. Avukatlık Kanunu ücretsiz iş alındı mı Baroya haber verme mecburiyeti getiriyor ancak yüzde usulü iş almayı yasaklamadığı için fiilen yasal vekalet ücretine çalışanlar olduğunu duyuyoruz. Tabii bu duyumlar avukatlar tarafından değil de daha çok müvekkiller tarafından dile getiriliyor. Çıkar ilişkisinin olmadığı, görece muteber kişilerden de aynı iddialar gelince, korkarım Yeni Türkiye olarak böyle bir acı gerçekliğimiz var.
Aslında bizim konumuz avukatlar ne durumda, barolar, devlet olaya el koysun değil. Asıl mesele, mahkemeler tarafından hükmedilen kanuni vekalet ücretinin kime ait olduğu. Efendim, kime ait olduğu belli değil mi? Avukatlık Kanunu açıkça söylememiş mi yasal merciler tarafından hükmedilen vekalet ücreti avukata aittir diye? Daha da ileri giderek, bu ücret hiçbir şekilde haczedilemez, iş sahibinin borcu sebebiyle takasa dahi girmez diye? Nedir o tartıştığımız?
Sorun, HMK tarafından kanuna göre takdir olunacak vekalet ücreti taraf lehine hükmedilir (m. 330) denmesinden kaynaklanıyor. Özünde, bu kötü bir düzenleme değil. Kanun koyucu, kişilerin davalarını avukat aracılığıyla takip etmelerini sağlamak için, ilk başta sarf etmeleri gereken avukatlık ücretinden çekinmesinler diye, böyle bir düzenlemeye gitmiş. Özünde, bu avukatların da lehine; müvekkilleri bu kadar (Baro tavsiye niteliğinde asgari ücret tarifesi) parayı veremem dediklerinde, “ama bak kazandığın zaman bu kadarını geri alacaksın” deme imkânı insanları avukat tutmaya (!) teşvik edecektir (Sahi, ne kadar güzel tabirlerimiz var bizim. Bir de mahkemeye vermeyi seviyorum. “hele seni sürüm sürüm mahkemelerde süründürürüm” şeklinde bir tehdit, cezalandırma olgusu da sadece bize mahsustur sanırım
Canım bu da tartışılacak problem mi, ne yapıyorduk iki kanun hükmü çatıştığında, özel olan kanun mu geçerliydi? Bir kanunun özel mi genel mi olduğu tek başına belirlenemez de herhalde Hukuk Muhakemeleri Kanunu gibi bir yasanın yanında Avukatlık Kanunu’nun özel olmadığı söylenemeyecektir. O zaman, bitmiş midir mesele?
Bitemiyor, çünkü aralarında öncelik sonralık ilişkisi de var. Doktrin ileri tarihli genel kanunla eski tarihli özel kanun çatıştığında duruma göre incelmek gerekir, kanun koyucunun iradesini anlamaya çalışmak, yorum yapmak ve her hukukçunun yorumu farklı olabilir der de benim asıl anlatmak istediğim, 1969 Tarihli bir kanundan çok sonra getirilen HMK’da neden böyle bir çatışmaya yol açılabilecek bir düzenleme yapıldığı.
Kanun koyucuların aralarında ciddi sayıda hukukçu, özellikle avukat olduğunu da göz önüne alırsak HMK m. 330’un Avukatlık Kanunu ile çelişen hükmü olduğunun gözden kaçmış olduğu ileri sürülemeyecektir. Demek ki burada yasa koyucunun iradesi Avukatlık Kanunu’nun vekalet ücretinin avukata ait olduğu kısmını örtülü olarak ilga etmek. Gerekçelerini yukarıda saymıştık, bir açıdan anlaşılabilir, özünde insanları daha fazla avukatlık hizmeti almaya teşvik etmek amaçlanıyor olabilir de yöntem bu haliyle vatandaş ile avukatın arasını açmaya, daha da kötüsü vatandaşın adalete olan inancını yitirmeye çok müsait.
Avukat en başta yasal vekalet ücreti benim, bak zaten kanunla bana verilmiş diyor, vatandaş da kanun öyle dediyse tamam diyor, ilamda bir bakıyor vekalet ücreti kendi adına çıkmış; bu neden böyle, e haydi anlat özel kanun genel kanun ilişkisini. Bu konuda yaşanabilecek sıkıntılar aslında AYM Atilla İNAN 2012/615 Kararı’nda dile getirilmiş, ancak halen bir çözüm bulunamamıştır.
Özünde sen avukata para ver, daha sonra bir kısmını karşı taraftan al, çok da pratik değil. Olması gereken, vekalet ücretinin avukata ait olması, böylece vatandaşın haklılık durumuna göre kendi vekalet ücretini belirlemesi. Eğer dava tamamıyla haklı görünüyorsa (tabii Türkiye’de her zaman sistem böyle işlemiyor, çok ezbere, hiç anlaşılamayan kararlar verilebiliyor, bazılarını üst mahkeme bozuyor, bazılarında yasal sınırlılıklara takıldı diye usulden reddetmek durumunda kalıyor, çoğu da AYM’de düzeliyor o da bir usul hatası bulmazsa. Bunlar başlı başına farklı yazıların konuları) avukat ona göre daha makul bir ücret talep edebilir, dava haksız görünüyorsa, müvekkilini de uyarmak kaydıyla, daha yüksek bir ücret talep edebilir.
Sonuçta, karar ne olursa olsun ister vekilin ister iş sahibinin olsun vekalet ücreti, lütfen bu net bir şekilde tüm kanunlarda belirlensin, yorum olayına girilmek zorunda kalınmasın; tüm bunlar vatandaşın avukata olan inancını etkiliyor, neticede adalet duygusu zedeleniyor.
Özgür TÜRKEŞ
Bir Bilim Olarak Ceza Hukuku ve Türk Ceza Kanunu’nun Tarihçesi
Geçtiğimiz günlerde Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. Yaşına girişi coşkuyla kutlandı. 1. Dünya Savaşı’ndan çıkmış, yurdunun dört bir yanı işgal edilmiş bir millet, tabiri caizse sıfır noktasından gayret, cesaret ve feraseti ile kanlarıyla bu toprakları sulayarak yeni bir devleti yeşertmiştir. Ve günümüzden 99 sene önce bugünlerde de yeşeren bu devletin etrafında reform rüzgarları esmeye başlamıştı. Ekonomik, siyasal, sosyal ve daha birçok alanda esen bu reform rüzgârından elbette hukuk da nasibini almış, Tanzimat Dönemi’nde yaprakları çıkan bu ulu çınar, esen reform rüzgârı vesilesiyle yapraklarını dökmüştür. Bu yazımda da siz kıymetli okurlarıma bu ağacın yapraklarından olan Ceza Hukuku’nun dünü ve bugününü izah etmeye çalışacağım. Özellikle Ceza Hukuku’nu tercih etme sebebim ise, kamuoyu nezdinde en çok tartışılan, fikir beyan edilen ve gerek kanun koyucu, gerek de uygulayıcı rolüne bürünen kişi sayısının her geçen gün artması olarak sıralayabilirim. Bu yazı dizisinde de gündemi meşgul eden ve Ceza Hukuku’nun alanına giren olayları, Ceza Hukuku, Ceza Muhakemeleri Hukuku, Kriminoloji ve hatta Psikoloji ve Sosyoloji bilimlerinden de faydalanarak sizlere izah etmeye ve söz konusu tartışmaları bir nebze de olsa azaltmaya yarayacak bir kaynak haline getirmeye çalışacağım. Öyleyse bu yazı dizisinin ilk yazısına Ceza Hukuku’nun ve Türk Ceza Kanunu’nun tarihçesinden başlayalım.
Bir bilim olarak incelediğimizde Ceza Hukuku’nun çıkış noktasına bakacak olursak gözlerimizi Batı’nın Rönesans, Reform gibi fırtınaları iliklerine kadar hissettiği döneme, Aydınlanma Çağı’na çevirmemiz gerekir. Bunun da sebebi, akılcı bakış açısının Ceza Hukuku’nda yer bulmasının, yani Çağdaş Klasik Ceza Hukuku Okulu’nun Aydınlanma Çağı’nda ortaya çıkmış olmasıdır. Çağdaş Ceza Hukuku’nun kurucusu olarak İtalyan Cesare Beccaria’dır. Yazdığı ve günümüzde de içerisinde geçen ‘’masumiyet karinesi, idam cezasının uygulanması, adil yargılanma hakkı.’’ gibi fikirlerin uygulanageldiği ‘’Dei Delitti E Delle Penne’’ eseri ise Ceza Hukuku’nun yolunu açan eserlerden biridir. Peki madden Ceza Hukuku’nun ilk eserinin sahibi kimdir diye soracak olursak cevabımız İtalyan Edebiyatçı Francesco Carrara olurdu. Ceza Hukuku’nun önde gelen isimlerinden olan Giovanni Garmignoni’nin fikirlerini benimsemiş olan Carrara, 1859 yılında yayımladığı ‘’Programma Di Diritto Criminale’’ adlı eseriyle Ceza Hukuku’nun temellerini atmıştır. Şimdi de Ceza Hukuku’nun gelişimine büyük faydaları olan Ceza Hukuku Okulları’nı inceleyelim:
Klasik Ceza Hukuku Okulu: Yukarıda bahsettiğim aydınlanma düşüncesinin bir ürünü de Klasik Ceza Hukuku Okulu’dur. Hukukun temelindeki Pozitif Hukuk-Tabi Hukuk ayrımında ‘’Pozitif Hukuk, Tabii Hukuk ile çelişir vaziyette olmamalıdır.’’ Görüşünü savunmuştur. Ülkemizce de Cumhuriyet Dönemi, Hukuk Reformları arasında yerini alan ve geçmişte yürürlükten kaldırılan 756 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun iktibas edildiği 1889 tarihli İtalyan Zanardelli Kanunu, Klasik Ceza Hukuku Okulu’nun baş eseridir.
Pozitivist Ceza Hukuku Okulu: Akılcılık akımının, bunun neticesinde de Klasik Ceza Hukuku Okulu’nun karşıtı konumunda yer alan Pozitivist Ceza Hukuku Okulu, temel vasıf olarak irade serbestisini reddeder. Yani bir suçlunun, suçu işlemesinin tercih değil, bulunduğu ortamın şartlarının onu zorlaması sonucu işlendiğini, bunun önlenemez olduğunu iddia eder. Bunun da neticesi olarak cezanın gereksiz olduğunu, ceza yerine getirilmesi gereken uygulamanın güvenlik tedbiri olduğunu, bu tedbirlerin de tehlikeli suçluyu düzeltmede elzem olduğunu savunur. Bu cümlelerin ardından belirtmem gereken bir şey var ki o da Pozitivist Ceza Hukuku Okulu’nun Ceza Hukuku literatürüne tehlikeli suçlu ve güvenlik tedbiri kavramlarını kazandırdığıdır.
Teknik Ceza Hukuku Okulu: 1910 senesinde İtalyan hukukçu Arturo Rocco’nun yayımladığı makaleyle beraber ortaya çıkmıştır. Bu okula göre hukukçunun ele alması gereken tek hukuk, geçerli olan yürürlükteki hukuktur. Onun dışındaki konular hukukçunun alanına girmemektedir. Teknik Ceza Hukuku Okulu bir defa suç işlemiş birinin tehlikeli olduğunu, bu tehlikenin giderilmesinin yolunun da güvenlik tedbirleri olduğunu savunmaktadır. Halihazırda faşizmle ilgili görülen hükümleri kaldırılmış olduğu halde çokça tartışmaya yol açmasına rağmen İtalya Cumhuriyeti tarafından uygulanmakta olan 1930 İtalya Ceza Kanunu, Teknik Ceza Hukuku Okulu’nu eseridir.
Ceza Hukuku’nun tarihçesinden sizlere bahsettikten sonra şimdi de Türk Ceza Hukuku’ndan, bahsetmek istiyorum. Türk Ceza Hukuku’nun tarihine göz atmak istiyorsak mercek altına almamız gereken ilk yer Cumhuriyet Dönemi değil, Tanzimat Dönemi olmalıdır. Çünkü hem Çağdaş Ceza Hukuku’na geçişin ilk adımları bu dönemde atılmış, hem de Ceza Hukuku’nun temel ilkelerinden olan kanunilik, adil yargılanma, cezalara yalnızca kanunla kurulmuş mahkemeler tarafından hükmedilmesi gibi ilkeler bu dönemde yayımlanan Tanzimat ve Islahat Fermanlarında belirtilmiştir. Yine Osmanlı Devleti’nde hukuk alanında yapılan çalışmaların bir eseri olan Mecelle-i Ahkam-ı Adliye ve bununla beraber Islahat Fermanı’nda yer alan maddelerin gereği olarak çıkarılan ve büyük oranda 1810 Fransız Ceza Kanunu’ndan (Code Panel de 1810) iktibas edilerek yürürlüğe konulan Ceza Kanunname-i Hümayun’u, söz konusu dönemde çıkarılmıştır. Cumhuriyet Dönemi’ne geldiğimizde ise diğer kanunlarda olduğu gibi Ceza Kanunu’nda da iktibas ve kanunlaşma hareketleri devam etmiştir. Öyle ki Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde 765 sayılı mülga Türk Ceza Kanunu, 1889 İtalyan Zanerdelli Kanunu’ndan, 1412 sayılı mülga Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu da Alman Ceza Muhakemesi Kanunu’ndan iktibas edilmiştir. Bu şekilde temelleri atılmış olan Türk Ceza Kanunu birçok farklı zamanda birçok değişikliğe uğramıştır. Bunların en büyüğü de mevcut 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun da yürürlüğe konduğu 26 Eylül 2004 tarihinde kabul edilen ve 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe konulan ceza kanunlarıdır. Bu reform hareketi kapsamında yeni bir ceza kanunu dışında Kabahatler Kanunu, Çocuk Koruma Kanunu gibi çok sayıda yeni kanun da çıkarılmıştır.
Bilgehan ÇINAR